GENEL - 14 Mayıs 2022 Cumartesi 09:52

Prof. Dr. Ekinci, Osmanlı hanedanının sürgününü anlattı

A
A
A
Prof. Dr. Ekinci, Osmanlı hanedanının sürgününü anlattı

Türkiye Gazetesi yazarlarından Prof.

Türkiye Gazetesi yazarlarından Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci, devlet kuran Osmanlı hanedanının sıradan bir hanedan olmadığını vurgulayarak, sürgün yıllarında çektikleri sıkıntılar ve gördükleri muamele karşısında hanedan üyelerinin ölmekten beter bir duruma düştüğünü söyledi.


Osmanlı hanedanının sürgüne gönderilişini konu alan “Sürgündeki Hanedan” kitabının yazarı Ekrem Buğra Ekinci, Çorum Belediyesi’nin davetlisi olarak Çorum’a geldi. Devlet Tiyatro Salonu’nda gerçekleştirilen etkinlikte Çorumlularla bir araya gelen Prof. Dr. Ekinci, hanedan üyelerinin nasıl sürgüne gönderildiğini ve sürgün yıllarında çektikleri sıkıntıları anlattı. Prof. Dr. Ekinci, Osmanlı hanedanının başına gelenlerden çok kimsenin haberdar olmadığına, bunun sessiz sedasız yaşanmış bir trajedi olduğuna dikkat çekti. 1914 yılında bütün dünya ülkelerinin savaşa girdiğini hatırlatan Ekinci, “Biz buna 1. Cihan Harbi diyoruz. Bu Türk İslam tarihinin en büyük felaketlerinden birisiyle neticelendi. 1918 yılında Osmanlı orduları yenildiler. Üzerlerine vazife olmayan bir savaşa girdiler. Hatanın eseriydi. Savaş içerisinde bir takım lokal galibiyetler Çanakkale gibi, Kut’ül Amare gibi neticeyi müteessir yapmadı. 1. Cihan Harbi dünyanın dönüm noktalarındandır. Siyasi olarak, sosyal olarak, ekonomik olarak dünyanın çehresini değiştirmiştir. Çok eski imparatorluklar tarihe karıştı. Bir tanesi Rus imparatorluğudur. Çarlık yıkıldı. İkincisi Alman imparatorluğudur. Hatta Osmanlı’dan daha eski olan Avusturya Cermen imparatorluğu da yıkılmıştır. Ağır bir fatura da Osmanlı imparatorluğuna kesildi. Osmanlı imparatorluğu Arapların ekseriyette bulunduğu toprakları kaybetti. Bugünkü Anadolu ve Rumeli toprakları kaldı. İstanbul da dahil Osmanlı toprakları geçici işgale uğradı. Bu esnada Anadolu’da Mustafa Kemal Paşa liderliğinde yeni bir oluşum meydana geldi. Anadolu’da yeni bir hükümet kuruldu. 1919 Sivas Kongresi ile Anadolu topraklarında iki hükümet görüyoruz. Bir İstanbul’daki merkezi hükümet, diğeri Ankara hükümeti. Bunlar aslında iki ayrı devlettir. Ankara hükümeti Yunanlılarla yapmış olduğu savaşı kazanarak 1922 yılında bütün Anadolu topraklarına hakim oldu. 1 Kasım 1922 yılında saltanatı kaldırarak, Osmanlı imparatorluğunu tarihe gömdü. Artık Anadolu’da tek bir devlet var, Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümeti” dedi.



“İngilizler ve Fransızlar emperyalist varlıkları tehlikeye düşeceği için halifeliğin kaldırılması için baskı yaptılar”


Saltanatın kaldırılması ile son Osmanlı padişahı Sultan Vahdettin’in memleketi terk ettiğini kaydeden Ekinci, “Daha sonra 1923 yılında Cumhuriyet ilan edilerek devletin ismi konuldu. Aslında Türkiye’nin kuruluşu 29 Ekim 1923 değil, 1 Kasım 1922’dir. 1923 yılında devletin adının Türkiye olduğu tescil edildi. O dönemde enteresan bir görüntü var. İstanbul’da halife var. Sultan Vahdettin memleketi terk ettikten sonra veliaht olan yani padişahlık devam etseydi onun yerine geçecek olan Halife Abdülmecid Efendi İstanbul’da. Ankara’da reisi cumhur var. İnsanlar bayağı şaşırıyorlar. Devletin reisi halife mi yoksa reisi cumhur mu? Bu arada Temmuz 1923’te Lozan’da bir barış anlaşması imzalandı. Bu anlaşma ile İngiltere olmak üzere müttefikler yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’ni tanıdılar. Lozan Antlaşması, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş vesikası olarak kabul edilir. Lozan’daki müzakerelerde Türkiye’nin halifelikle ilgili bazı görüşleri sorgulandı. Buna dair bir madde olmamasına rağmen Lozan görüşmelerinde halifeliğin kaldırılması yönünde bir fikir Ankara’da teşekkül etti. Ancak bu kolay değildi. Halifelik Müslümanlığın en eski müessesesidir. Böyle bir müesseseyi birden kaldırmak kolay değil. Aslında bu müessese bilhassa devletler arasındaki münasebetlerde çok faydalı. Ama müttefikler böyle bir müesseseye tahammül edemiyorlar. Nedeni dünyada Müslümanların yaşadığı büyük toprakların ekseriyeti İngilizler ve Fransızlar tarafından taksim edilmiş vaziyette. Halifenin varlığı buradaki emperyalist varlığı tehlikeye sokuyor. İstanbul’da bir halife var, Hindistan’daki Müslümanlar halifeye manevi bir yakınlık duyuyorlar. Bu bir problem. Onun için müttefikler yeni kurulan devlette halifeliğin kaldırılması için baskı yaptılar. Ve yeni kurulan devlet bir diplomatik skandalı fırsat bilerek 3 Mart 1924’te halifeliği kaldırdı” ifadelerini kullandı.



“Osman Gazi’nin torunları sürgün edilmeyi beklemiyorlardı”


Osmanlı hanedanının sürgün süreci hakkında da bilgiler veren Prof. Dr. Buğra Ekinci, şunları kaydetti:


“Halifeliğin kaldırılması ile beraber Osmanlı hanedanı mensupları da vatandaşlıktan çıkarılarak yurt dışına sürgün edildi. Halifeliğin kaldırıldığı gece Dolmabahçe Sarayı’ndan alınan Abdülmecid Efendi ve ailesi ile yakın çevresi bir arabaya bindirilerek Hadımköy’e götürüldü. İstasyona geldiklerinde istasyon şefi bir Yahudi, kıymetli misafirlerin geldiğini anlayınca hemen evine götürdü. Halifenin bu topraklar üzerinde gördüğü en iyi muamele bu Yahudi istasyon şefi tarafından olmuştur. Halife ve ailesi yurt dışına sürgün edildikten sonra zor günler geçirirken, Osmanlı hanedanı üyeleri de aynı sıkıntıları yaşadı. Osmanlı hanedanının sürgün edilmesi ile aile parçalandı. Her bir aileye bin lira ve tek gidiş bir pasaport verilmişti. Kimse Osmanlı hanedanının sürgün edileceğini beklemiyordu. Hanedan çok şaşırdı. Osman Gazi’nin torunları böyle bir şey beklemiyorlardı. Türkiye Cumhuriyeti ulus devleti. Burada Türk olduğu kesin olan bir tane aile var, o da Osmanlı hanedanı ve onlar da sürgün ediliyor. Çok hayret verici bir şeydir. Hanedan o yaz ülkeye dönmeyi düşünüyordu. Ancak hanedanın erkek üyeleri 50 sene, kadınlar için 30 dönüş sene sürdü. Sürgünde doğan çocuklar bir daha geri dönmediler. Şu anda Osmanlı hanedanının büyük bir kısmı yurt dışında yaşamaktadır. Dolayısıyla sürgün 100. yılında halen devam ediyor. Sürgün edilenlerin büyük bir kısmı Fransa’ya gittiler. Çünkü İngiltere işgal ettikleri topraklara hanedanın girmesini istemedi. Mesela Sultan Vahdettin’e İngilizlerin adamı denir ancak İngiliz de Sultan Vahdettin’in Hicaz’da oturmasına, Filistin’de oturmasına, Kıbrıs’ta oturmasına müsaade etmedi. Sadece İtalya kralı gençliğinde bir dostluk kurduğu için Sultan Vahdettin’i İtalya’ya davet etti. Sultan İtalya’da yaşadı ve orada vefat etti. Suriye’ye gitmek isteyenlere Türkiye Cumhuriyeti izin vermedi, böylelikle hanedanın büyük bir kısmı Beyrut’ta yaşadı. Pasaportları yok, Haymatlos denildi onlara.”



“Hanedan üyeleri hiçbir zaman memleketin aleyhinde bir komplonun, faaliyetin içinde olmadılar”


1952 yılında Başbakan Adnan Menderes’in Osmanlı hanedanının Türkiye’ye dönmesi için bir kanun teklifi verdiğini açıklayan Ekinci, “Aradan 30 yıl geçmesine rağmen o devrin yobazları hala hayattalar ki ayağa kalkıp ’Türkiye’ye girmesi yasak olan insanları siz nasıl kabul edersiniz’ diye tepki gösterdiler. Bunun üzerine Adnan Menderes ’Bari kadınlar gelsin’ dedi. ’Kadınlar 70-80 yaşında, bunlardan ne olacak, Cumhuriyet bunlardan mı korkuyor’ dedi. İstifa tehdidinde bulunduktan sonra 1952 yılında Osmanlı hanedanının kadınlarının Türkiye’ye dönmesine izin verildi. Kanunun çıkmasının ardından yaşlı sultanlar İstanbul’a döndüler. Erkeklere izin çıkmadı. Mahmut Şevket Efendi bir gün dedi ki ’İzin çıkacak ancak eski terbiyeyi bilen Osmanlı hanedanları öldükten sonra.’ Mahmut Şevket Efendi’nin dediği çıktı. Mahmut Şevket Efendi vefat etti, 1974 yılında genel af çıktı. Katiller, teröristlerle beraber Osmanlı hanedanın erkek üyelerinin de yurda dönüşüne izin verildi. Bir kısmı kabul etmedi. Biz hiçbir suç işlemedik ki af kanunuyla dönelim dediler, bir kısmı döndü. Çok nahoş olaylar oldu. Bir kısmı dönmek istemedi, dönenler ise çok sıkıntı çektiler. 1973 yılından sonra yurt dışında iş kurmuş, orada evlenmiş insanlar Türkiye’ye dönemediler. İmkanı olanlar Türkiye’ye gezmeye geldiler. Babalarının, dedelerinin doğduğu saraylara biletle girdiler. Ama hiçbir zaman hiçbir yerde siyasete karışmadılar. Hiçbir zaman memleketin aleyhinde bir komplonun, faaliyetin içinde olmadılar. Bir zaman buna dair bir beyanat vermediler" dedi.



“Osmanlı hanedanı sıradan bir hanedan değil devlet kurmuş bir hanedan”


“Osmanlı hanedanına öyle bir muamele oldu ki ölmekten beter oldular. Öldürülselerdi o zaman belki bu kadar acı olmazdı” diyen Ekinci, “Hanedan üyeleri de bunun farkındalar, çözmek için birkaç girişimde bulundular, çok fazla bir alaka görmediler. Osmanlı hanedanı sıradan bir hanedan değil, devlet kurmuş bir hanedan. Mesela İngiliz hanedanı devlet kuran bir hanedan değil. Osman Gazi öyle değil, Osman Gazi bir devlet kurmuş. Hanedanın farkı burada. Bu hanedan Osmanlı tarihinde çok büyük hizmetleri olmuş bir hanedan kim ne derse desin. Hepimizin şükran duyduğu bir hanedan. Vatan, kültür, Türkçe, Müslümanlık ne varsa bu hanedanlıkta. Çocukken düşünürdüm bunlar bu kadar iyi insanlar da çocukları nerede. Çocukları 7’den 70’e sürgün edilmiş, mallarına el konulmuş. Bunlar yurt dışında açlıktan, sefaletten ölmüşler. En mühimi dillerini kaybetmişler. Bazıları dinlerini kaybetmişler, perişan olmuşlar. Hala da o perişanlık devam ediyor. Türkiye bu kadar güçsüz mü. Türkiye bu kadar zavallı mı. Neden böyle bu? Halifeliği kaldırmak bir tercih ancak hanedanı sürgün etmek ne derece kabul edilebilir. Bu kadar mı korkuyor, bu kadar mı güçsüz. Yani 7 günlük çocuk mu Türkiye Cumhuriyeti’ni yıkacak, padişah kızı Sultan Abdülmecid’in kızı mı rejimi yıkacak? Bu bana garip geliyordu. Yıllar geçmiş hala telafi edilmemiş. Sürgündeki Hanedan kitabımı yazma sebebim buydu” diye konuştu.


Konuşmanın ardından Belediye Başkanı Dr. Halil İbrahim Aşgın, Ekinci’ye çiçek takdim etti.

Bunlar Da İlginizi Çekebilir
Gümüşhane Baharda çıkıp yazın kayboluyorlar Gümüşhane’nin Torul ilçesine bağlı Gülaçar köyünde her yıl bahar aylarında yaşanan ilginç doğa olayında köyün her iki yamacında da aynı anda ortaya çıkan ve aynı anda kaybolan su kaynakları 2 ay boyunca görsel şölen oluşturuyor. İkisu-Şiran karayolu kenarındaki Gülaçar köyünde her bahar mevsiminde ilginç bir doğa olayı yaşanıyor. Hem köyün üst tarafında hem de Gülaçar deresinin karşısındaki yamacında her yıl bahar mevsiminde akmaya başlayan dereler yaklaşık 2 ay boyunca dağın ortasından çıkıp akmaya devam ediyor ve daha sonra kayboluyor. Hiç su akmayan bölgede birdenbire adeta dere olup şelaleye dönüşen sular için bölgede çeşitli efsaneler dilden dile dolanırken, suların karla kaplı dağlarda karların eriyip dağın içindeki mağaralara dolduktan sonra taşması sonucu aktığı değerlendiriliyor. Sosyal medyada doğada yaptığı yemek ve doğa videolarıyla bilinen Yusuf Oral ilk başlarda az olan suyun alt kısımlara doğru adeta büyük bir dereye dönüştüğünü görünce şaşkınlığını gizleyemedi. Yılın aynı gününde akmaya başlayıp yaklaşık 2 ay sonra aynı gününde kuruyan sulardan sadece tek bir kaynaktan saniyede 200 litreye yakın su çıktığını aktaran Oral, gördüğü manzara karşısında “Muazzam, serinliği çok güzel, gerçekten keyfi çok güzel” ifadelerini kullandı. “Bu muhtemelen birbirine bağlı bir yeraltı havuzunun olduğunu bizlere gösteriyor” Yıllardır merak ettiği bölgenin kaynağına geldiğini ve bir saat yürüyerek şelalelere ulaştığını kaydeden Oral, “Buradaki şelale 4 noktadan çıkıyor o yüzden ismini ’4 göze’ koyuyorum. Belki bir ismi vardır onu bilmiyorum. Bu vadide yaşıyorum. Bu şelalelerin Gülaçar köyünün üzerinde bulunan bir yerde yılın aynı gününde akmaya başladığı ve aynı gün kurumaya başladığı söylenir. Burası Gülaçar’a giderken ki vadi. Vadinin sağıdan ve solundan bu sular çıkıyor ve ortada Gülaçar deresi var. Şelaleler karşılıklı yani. Aralarında yaklaşık 2 kilometre kuş uçuşu mesafe olan noktalar. Ama kot olarak hemen hemen aynı. Aynı gün aktığı söyleniyor köylüler tarafından. Biz de yıllardır aynı şeyi burada gözlemliyoruz. Bu yeraltı su sistemine bakıldığında muhtemelen birbirine bağlı bir yeraltı havuzunun olduğunu bizlere gösteriyor. Gerçekten görülmeye değer bir yer. Özellikle suyun çıktığı bu nokta insanın ruhunu dinlendiriyor. Gerçekten çok mutluluk verici, çok keyifli” dedi.
İstanbul Kolay morarma hemofili habercisi olabilir Hemofilinin ömür boyu takip edilmesi gereken kronik bir hastalık olduğunu belirten Doç. Dr. Işık Odaman Al, “Hemofili kanda pıhtılaşma proteini olarak görev yapan faktör VIII ve faktör IX’un eksikliğidir. Kızlar taşıyıcı, erkekler ise hastadır. Hastaların üçte biri sünnet sonrası uzamış kanama şikayeti ile başvurup tanı alır. Vücutta kolay morarma, kas içi ve eklem içi kanamalar, kan alınan yerden sızıntı şeklinde uzun süren kanama, uzamış adet kanamaları, kafa içi kanaması olan hastalarda hemofili akla gelmelidir” dedi. Medipol Mega Üniversite Hastanesi Çocuk Hematoloji ve Onkoloji Uzmanı Doç. Dr. Işık Odaman Al, 17 Nisan Dünya Hemofili Günü kapsamında önemli açıklamalarda bulundu. Doç. Dr. Işık Odaman Al, hemofilinin kanda pıhtılaşma proteini olarak görev yapan faktör VIII ve faktör IX’un eksikliği olduğunu belirterek “Hemofili A ve hemofili B olarak iki tipi vardır. Hemofili A’da eksik olan, faktör VIII’dir. Tüm hemofili hastalarının yüzde 85’ini oluşturur. Hemofili B’de ise faktör IX eksikliği mevcuttur ve hastaların yüzde 15’ini oluşturur. Hemofili kalıtsal (doğumsal) bir hastalıktır. X’e bağlı çekinik olarak kalıtılır. Yani kızlar taşıyıcı, erkekler ise hastadır. Öte yandan sonradan kazanılmış mutasyonlar da hemofili hastalığına neden olabilmektedir. Toplumdaki sıklığı hemofili A için 5 bin erkek çocukta 1 iken hemofili B için 30 bin erkek çocukta 1’dir” şeklinde konuştu. Sünnet sonrası uzayan kanamaya dikkat Hemofili A ve B’de klinik bulguların benzer olduğuna işaret eden Doç. Dr. Işık Odaman Al, şöyle devam etti: “Eklem ve kas içi kanamalar en sık görülen bulgulardır. Hastaların üçte biri sünnet sonrası uzamış kanama şikayeti ile başvurup tanı alır. Hastalık faktör düzeyinin kandaki seviyesine göre ağır (faktör düzeyi < yüzde 1), orta (yüzde 1-5) ve hafif (yüzde 5-40) olarak sınıflandırılır. Klinik bulgular ise hastanın yaşına, faktör düzeyine göre değişir. Ağır hemofilide bulgular daha ciddi olup yenidoğan döneminde ve erken çocukluk döneminde ortaya çıkar. Hastalar emeklemeye ve yürümeye başlama döneminde eklem içi kanamalar ile başvurur. Hafif hemofilide ise bulgular daha ileri yaşlarda, ağır bir travma ya da cerrahi işlem sonrası kanama şeklinde ortaya çıkar. Hastalığın tanısı şüphelenilen kişilerde kan faktör seviyesine bakılarak konulur. Vücutta kolay morarma, kas içi ve eklem içi kanamalar, kan alınan yerden sızma şeklinde uzun süren kanama, sünnet sonrası beklenmedik kanama, uzamış adet kanamaları, kafa içi kanaması olan hastalarda hemofili akla gelmelidir. Tanı konulmasında aile öyküsü mutlaka sorgulanmalıdır. Erken tanı konulması özellikle ağır hemofili hastalarında hayat kurtarıcıdır.” Ciddi kanama olmadan koruyucu tedavi şart Doç. Dr. Işık Odaman Al, tedavinin esasını eksik olan faktörlerin yerine konulması olduğunu belirterek şu bilgileri verdi: “Günümüzde plazma kaynaklı ve rekombinant olarak üretilen faktör konsantreleri mevcuttur. Ağır hemofili hastalarında ciddi kanamalar gelişmeden koruyucu tedaviye başlanmalıdır. Koruyucu tedavi hemofilinin tipine, hastanın kilosuna, kanama sıklığına ve şiddetine ve faktör düzeyine göre bireyselleştirilir. Genellikle haftada 1 olarak başlanıp, haftada 3’e kadar arttırılır. Bu tedavide amaç hastanın kan faktör seviyesini yüzde 1’in üzerinde tutmak ve ciddi kanamaların önüne geçmektir. Diğer tedavi şekli ise ‘kanadıkça’ olarak isimlendirilen hastanın kanaması olması durumunda uygulanan faktör yerine koyma tedavisidir. Faktör konsantreleri hastalara damar içi infüzyon yolu ile uygulanmaktadır. Hemofili ömür boyu takip edilmesi gereken kronik bir hastalıktır. Bu süreçte hasta ve ailesinin bilgilendirilmesi ve tedaviye uyumu çok önemlidir. Hastalar hematoloji, fizik tedavi, ortopedi hekimi, fizyoterapist, psikolog gibi bir çok disiplinden profesyonel uzmanlarca takip edilmelidir. Hastalar hastalığın ismi, ağırlık derecesi, kullandığı faktör konsantresi, takip eden merkez ve hekimin bilgilerini içeren kimlik kartları taşımalıdır. Tedavide amaç hayatı tehdit eden, ani gelişen kas içi, beyin içi kanamaların önüne geçmek olduğu kadar, uzun vadede hastaların bebeklikten, erken çocukluk, okul dönemi, ergenlik ve erişkin dönemlerine geçişte karşılaşabileceği kronik sorunları da tespit edip çözmektir. Tekrarlayan eklem içi kanamalar kısa ve uzun vadede hastaların hayat kalitesini önemli düzeyde etkilemektedir.” Uzun dönemde sakatlığa ve psikolojik sorunlara yol açabilir Tekrarlayan kanamalarda uzun dönemde sakatlığa yol açabileceğine dikkati çeken Doç. Dr. Işık Odaman Al, “Tekrarlayan kanamalar sonucu eklem içinde inflamasyon (yangı) oluşmakta ve kısa dönemde ağrı, şişlik, hareket kısıtlılığına; uzun dönemde ise eklem hareket yeteneğinin kaybına yani sakatlığa neden olmaktadır. Bu tür sakatlıklar ise hastalarda fiziksel aktivitede azalmaya ve osteoporoz, obezite, sosyolojik ve psikolojik sorunlara da neden olur. Fiziksel aktivite her yaş grubunda oldukça önemlidir ve desteklenmelidir. Böylece sinir ve kas gelişimi desteklenir ve eklem hareket açıklığı artar. En çok önerilen sportif aktiviteler yürüyüş ve yüzmedir. Erken çocukluk döneminde hastaların aşıları aşı takvimine uygun olarak yapılır. Ancak kas içi yerine cilt altı uygulama tercih edilmelidir. Eğer kas içi uygulama zorunlu ise koruyucu olarak uygulanan faktör tedavisi ile aynı güne denk getirilmeli ve aşı sonrası aşı uygulanan bölgeye baskı uygulanmalıdır. Okul dönemindeki hastalar için ise okul yönetimi ve öğretmenleri hastalığın tedavisi ve acil durumlar hakkında bilgilendirilmelidir. Aile ve öğretmen iş birliği içinde olmalı ve çocuk bu dönemde psikososyal olarak desteklenmelidir. Ergenlik dönemi ise tedaviye uyumun en çok bozulduğu dönemdir. Hastalar kronik sürecin vermiş olduğu bıkkınlık, kanama ataklarının eskisi kadar sık olmaması, bağımsız olma arzusu gibi nedenler ile tedavilerini aksatabilmektedir. Son yıllarda klasik faktör uygulamalarının yanı sıra uzun yarı ömürlü faktörler, faktör VIII’ e benzer etki gösteren bisipesifik antikor (Emicizumab) ve faktör dışı tedaviler geliştirilmiştir. Emicizumab henüz ülkemizde kullanım onayı almamıştır. Gen tedavisi çalışmaları ise devam etmektedir” değerlendirmesi yaptı.
Mersin Mersin’in ilk kadın muhtarları mazbatalarını alıp göreve başladı Mersin’in Mut ilçesinde iki kadın muhtar adayı ilk defa seçimleri kazanarak muhtar seçildi ve mazbatalarını alıp göreve başladı. 31 Mart Mahalli İdareler Genel Seçimlerinde muhtar adayı olan Fatma Ayan (59), 120 oydan 63’ünü alarak erkek rakibini geride bırakıp Tuğrul Mahallesi’ne muhtar seçildi. Fatma Dorla ise (49) erkek muhtar adayı karşısında 244 oyun 125’ini alarak Çömelek Mahallesi’nde muhtar seçildi. Muhtar seçildiği için çok mutlu olduğunu ifade eden Tuğrul Mahalle Muhtarı Fatma Ayan, “İlk defa Mut ilçemizde 2 kadın aday muhtar olarak seçildik. Atatürk’ün biz kadınlara vermiş olduğu seçme ve seçilme hakkından yola çıkarak biz de aday olduk. Mut’a bir kadın eli değsin istedik ve çalışmalarımız sonucunda gece gündüz çalışarak bu hedefimize ulaştık. Mahallemizi bir üst seviyeye getirmek için elimizden gelen çabayı göstereceğiz” dedi. Çömelek Mahalle Muhtarı seçilen Fatma Dorla ise, “Önceki seçimde adaylığımı koymuştum. Bir kadın olarak köye kadın eli değmesini istiyordum önceki seçimde kaybettim. 6 adayın içinde ikinci sıraya yerleştim. Benim için avantaj olacağını düşündüm. İkinci sıraya gelmek benim için büyük bir başarıydı. Tekrarını denemek istedim tekrarında da 31 Mart 2024 tarihinde bir seçime girdik. Karşımdaki rakibim eski muhtardı. Bir tane aday vardı eski muhtar. 119 oy o aldı 125 oy ben aldım. Ben birinci geldim. Köyüm için en iyi hizmeti güzel bir şekilde yapacağıma eminim kendime güveniyorum. İstiyorum ki her yerde bir kadının eli değsin istiyorum. Çömelek için de benim elim inşallah uğurlu gelecek her şey güzel olacak” diye konuştu. Çömelek Mahallesi’nin eksiklerine değinen Dorla, “Yollarda şu anda gerçekten ciddi anlamda sıkıntı var. Sularımız yazın yetersiz. Ulaşımımız yok. Gögden yaylasının yolu şu anda çok berbat durumda oranın asfalt yapılması için elimizden gelen mücadeleyi vereceğiz inşallah. Daha çok sorunlar var ama ileriye dönük yavaş yavaş tek tek inşallah bunları çözeceğime eminim bir kadın olarak” diyerek sözlerini bitirdi.