GÜNDEM - 24 Ağustos 2009 Pazartesi 14:26

Baykal'dan "Kürt açılımı" açıklaması

A
A
A
Baykal'dan "Kürt açılımı" açıklaması

CHP Lideri Baykal, "Kürt açılımı"yla ilgili beklenen açıklamasını yaptı.

İşte Baykal'ın CHP Genel Merkezi'nde yaptığı açıklamaları:

Hükümetin başlattığı tartışmalar yeni bir durum değerlendirmesi yapma ihtiyacını ortaya koymuştur. Değerlendirmelerimiz geçerli olmaya devam ediyor. Şimdi o günden bugüne yaşananlarla ilgili durumu uygun olacağını görüyorum. 

Bu yapılan çalışmanın Türkiye’yi bütünleştirip birleştirme bir yana, tam tersine Türkiye’yi olumsuz etkileyip karşılıklı kuşkuları artırmaya çok derin tartışmaların ortaya çıkmasına ve bir anlamda ulusal birliğin sarsılmaya başlamasına yol açmıştır.


Ortada henüz proje netleşmiş değildir. herhangi bir uygulama gerçekleşmiş değildir. Ama başlatılan çalışma ve tartışmalar, düşünceler görüşler Türkiye’yi olumsuz etkilemeye başlamıştır. Geldiğimiz noktada maalesef çok ciddi gerilim kendisini göstermeye başlamıştır. Bu gerilimin Başbakan’ını, MGK’yı kapsamı içine aldığını üzüntü içinde görüyorum. Bunların hepsi Türkiye’de gerilimin tarafı haline gelmeye başlamışlardır. 



Sanatçılar bölünmeye başlamıştır. Toplumun her kesimine mensup insanlarının sevdiği saydığı insanlar bu yaşanan sürecin içinde olumsuz etkilenmeye başlanmış ve birbirleriyle tartışır çekişir suçlamaların hedefi haline dönüşmeye başlamıştır.

Bu gelişmelerin altında ne yatıyor? Bunun altında 1 ay kadar önce hükümetin sanki bir dümeye basılmış gibi birden bire harekete geçirdiği bir süreç yatıyor. Bu süreç belli bir takvime bağlı bir süreç olarak takdim edilmiştir. Ucu açık bir süreçtir, kapsamı çerçevesi belirsiz bir süreçtir. Her düşüncenin, her kesimin, her iddianın rahatlıkla gündeme getirilebileceği bir süreçtir. Bu sürecin sonucunda müthiş gelişmelerin olacağı, anaların gözyaşının dineceği terörün sona ereceği, barış ortamının gerçekleşeceği ifade edilmektedir. Böyle bir bekleyiş yaratılmaktadır. Ancak bunun nasıl gerçekleşeceği konusunda hiçbir resmi açıklama yapılmamıştır.


Konu hala aydınlanmış değildir. bu çalışmalar gerçekten bu beklenen sonucu sağlayabilecek bir nitelikte midir? Yoksa yapılan çalışmalar anaların gözyaşı dinsin söylemi altında çok farklı gelişmelerin ortaya çıkacağı bir noktaya doğru mu Türkiye’yi sürüklemektedir kaygısı yaygınlaşmaktadır.


Toplum da giderek kendi içinde Türkiye’nin bölünmeye gidip gitmediği konusunda ciddi sorular sormaya başlamıştır. Türkiye’de bir etnik ayrışmanın bir etnik bölünmenin gündeme gelip gelmeyeceği duygusu düşüncesi kaygısı, insanlarımıza ulaşmaya başlamıştır.



Bir bölünme kaygısı telaşı Türkiye’de toplumsallaşmaya başlamıştır. Başbakan’ın küfür noktasındaki söylemler, bir süre sonra toplumun her kesiminde gerginliklerin derinleşmesine yol açabilir ve bir süre sonra bu belirsizlik, nereye bağlanmak istendiği belli olmadan gerçekleştirilen bu arayış, bir süre sonra insanlarımızı da çok tehlikeli gerginliklerin içine sürükleyebilir.


Bunun altında bu sürecin yanlış dizayn edilmesi ve yönetilmesi yatmaktadır. Hükümet bir şey yapmak istiyor ama adını koyamıyor. Koymayı uygun görmüyor. Yapmak istediğini söylemeye cesaret edemiyor, söyleyemediğini birilerinin ağzından topluma duyurmak istiyor ve bu haklı olarak tepki çekiyor. Takvimi yöntemi hedefi çerçevesi belli değil. Arayışın içinde halk ve toplum yok. İktidarın uygun gördüğü muhataplar var, bir kısmı STK’lar, bu tabloyu toplum göründe rahatsızlık duyuyor. Bu tablonun içine muhalefet partisi olarak bizi de sokmak istemişlerdir, biz reddetmişizdir. Bu çok açık net ve sağlam gerekçelere dayanıyor. Bu belirsizlikleri aydınlatmadan, ne olacağını neyle yapacağını, kendi kafasında netleştirmeden, o konu etrafında sanki bir destek varmış gibi bir izlenim vermek üzere, biz rotasını bilmediğimiz gemiye binmeyiz.


Şimdi tam iktidarın yapmak istediği de budur. Hep beraber yola çıkalım bir yere gideriz. Anaların gözyaşının dineceği bir noktaya gideceğiz. Bu bir aldatmacadır. O nedenle bu yöntem yanlıştır ve gerilim yaratmaya başlamıştır. 
Hükümet yapmayı düşündüğü şeyleri şimdi söylemeden, kabul ettirebileceğini sanıyorsa ciddi şekilde yanılıyor. 


Bu dönem içinde yaşananlar bize şu gerçekleri bir kez daha ortaya koymuştur. Birinci gerçek hükümetin bu meseleyi herkesten görüş alıyorum diyerek birileriyle müzakere yapıyor. Hükümet bir müzakere süreci içindedir. Bu süreç içinde bir muhatap tartışması yaşanıyor. Bu tartışmanın da gerçekte hiçbir anlam taşımadığı ortadadır. Biz bu sürecin başlangıcında da ifade etmiştik. Bu konuda
DTP’nin İmralı’nın yada Kandil’in birbirinden farklı, çelişen, değişik talepler ortaya koyabilecek durumda olmadığını, bunların hepsinin aynı kapıya çıktığını, herhangi birisiyle başlatılacak müzakerenin, bunların tümüyle müzakere etme anlamına geleceğini belirtmiştik. 


Geldiğimiz noktada bunlar arasında bir ayrımın olmadığı açıkça ortaya çıkmıştır.
DTP yetkilileri İmralı’yı muhatap alın demektedirler. İmralı DTP ve Kandil arasında bu süreçte bir anlayış beraberliği bulunduğu ortadadır. 


Şu görülmüştür ki PKK’nın projesi başlangıçta neyse şimdi de odur. İmralı’dan yapılan açıklamalar, ön görülen hedefin milleti ayrıştırmak olduğunu, bir ayrı millet örgütlemek olduğunu ve bu milletin silahlı kuvvetler eğitim dahil her alanda kendi kararını kendisi alarak, kendisini yönetme arayışı içinde olduğunu bize göstermiştir. 


Apo eski Apo değil, PKK’nın talepleri değişti söylemine dayalı olarak yaratılmak istenen atmosferin gerçekçi olmadığı açıkça görülmüştür. Hükümetin müzakere etmeye çalıştığı hangi muhatap olursa olsun, ortaya çıkacak proje milleti ayrıştırma projesidir.

Türkiye’de hükümetlerin, terör karşısındaki konumu terörle mücadele etmektir, terörü ortadan kaldırmaktır. Türkiye bu anlayışla yönetilmiştir. 1984’ten bu yana terör karşısında kararlı bir mücadeleyi sürdürmüştür. Türkiye bu süreçte çok acı yaşamıştır. Ama milletimiz hiçbir zaman terörle mücadeleyi bırakalım düşüncesine girmemiştir.


Ama şimdi hükümetin, terörle mücadele yerine terörle müzakere platformuna geçtiklerini görüyoruz. Bunu da yaygın temaslar yaparak yürütmeye çalışmaktadırlar. Tabi bu çalışmalar Türkiye’de ciddi şekilde tartışma çekmiştir. Terörle müzakere kolay iş değildir. Ben bu varken terörle, terörün sorumlularıyla sakın ha bir şey konuşmayın demiyorum.


Eğer terörün tamamen bitme noktasına geldiğini görüyorsanız, bir araya gelip konuştuktan sonra terörün gündemden kalkacağı konusunda güven anlayışı içindeyseniz, o zaman ben konuştum çözdüm dersiniz.


İktidar partisinin yetkili sözcüleri silahların bırakılması şart değildir müzakere içinde, silahların bırakılması konusunda ısrarlı olmak müzakereyi çıkmaza sokmaktadır diye değerlendirme yapıyorlar.


Bu müzakerenin amacı olarak anaların gözyaşına son vermek değil miydi? Bu ne demektir? Şiddete teröre şiddete son vermektir.


Hem müzakereye başlayacağız, hem de silahların bırakılması şart değil diyeceğiz. Hiçbir şekilde sizin muhataplarınız silahları bırakmayacaklarını söyleyecekler, ama siz yine de müzakereyi önemseyip temasları sürdüreceksiniz. Bu temasların getireceği nokta, teröre son verilmesi değildir. Bu açıkça ortaya çıkmıştır.


Nedir müzakerenin gerçek amacı? Amacı Türkiye’de etnik kimliklere bir siyasal milli kimlik kazandırma sürecini harekete geçirmektir. Müzakerenin amacı içeriği gerçeği budur. Türkiye’de yapılmakta olan ve bir süre sonra adımlarını göreceğimizi düşündüğüm konu, etnik kimliklere, belli bir etnik kimliklere, siyasi milli bir kimlik kazandırma girişimidir.



Türkiye uzun süre etnik kimliklere saygı gösterilmesini, etnik kimliklere özgürlük tanınmasını sağlamak için mücadele etmiştir. Türkiye’yi oluşturan insanlarımızın birbirinden ayrı etnik kimliklere sahip olması çok doğaldır.


Bizim bir araya gelip bir milli devlet kurmuş olmamız, Türkiye’nin bir başka temel gerçeğidir. Türkiye Anadolu’da sadece milli mücadele sonrası dönemini söylemiyorum, 1000 yıldan beri bir Anadolu Türk İslam kimliği anlayışı içinde bir kültür geliştirmiştir. Bu 1000 yıllık sürecin sonunda ortaya çıkmıştır. bu sürecin içinde çok önemli düşünürlerin, şairlerin, kültür insanlarının, filozofların ve onların düşüncelerini Anadolu’ya taşıyan pek çok öncünün gayreti ve çabası vardır. Hacı Bektaş-ı Veli, Yunus Emre bir tarafa bırakılarak Anadolu insanının kimliğini açıklanamaz.


Bu coğrafyanın bir kültür kimliği ve giderek siyasi kimliği haline dönüşmüştür. Osmanlı imparatorluğu, Selçuk, buradaki insanlara dışardan bakanlar Türk’lerdir demişlerdir. Buna Kürtler, Çerkezleri, Gürcüleri de dahil etmişlerdir. Onlar bu insanların tümüne Türkler demişlerdir. Bu milli kimliği ortadan kaldırma girişimi son olarak birinci dünya savaşından sonra denendi.


“Anayasa’daki bu Türk milli kimliği anlayışını kaldıralım”  bu düşünce arayışlar içinde dile getirilmektedir. Bunu değiştirip arkasından, etnik kimliklere kendi siyasi kimliklerini ifade etme çağrısı yapmak.


İkinci bir temel nokta, etnik kimliği bir milli kimlik haline dönüştürmek için, devleti belli bir etnik dili öğreten yaygınlaştıran bir konuma çekmek.


Şimdi en hassas olunması gereken noktaların başında bu gelmektedir. Bu sürecin içinde şu projeler ortaya çıkacaktır. Bunlar:


Üniversitelerde Ana Dil de eğitim. Okullarda ana dil öğretelim. Ana dil de eğitim yapalım. Yani tarihi biyolojiyi ana dil de öğretelim. Yani Türkçe olmayan ana dil de öğretelim. Bu üçüncü aşamadır. Bu işte Türkiye’yi ayrıştırma projesidir.


Demokrasi etnik parçalanmayı ön görmez. Elbette herkes ana dilini bilecektir, konuşacaktır. Ana dile tam bir özgürlük tanınacaktır tamam. Ama bu ayrı, ben devlet olarak ana dillerden birisini üniversitelerde bir eğitim konusu olarak alıp öğrencilere öğreteceğim. Sonra o öğrenciler okullarda seçmeli ders diye okullarda öğretecekler. Sonra o anadil de eğitim vereceğiz. Bütün bunların amacı bugün Türk toplumunun bir parçası olan insanlarımızı, gelecekte bu toplumun parçası olmaktan çıkarmak, onları başka bir siyasi kimliğe doğru yönlendirmektedir.


Batı demokrasilerinde herkes kendi dilinde eğitim yapsın diye bir şey yok. AB’de ülkeler ana dilleri okullarda öğretir, o dillerde eğitim yapar diye bir şey yok. Sadece ana dillerin öğrenilmesine yardımcı olmak engellememek yasaklamamak var. Herkesin kendi anadilini derneğiyle vakıfıyla öğrenmesi haktır tamam onu vereceksin.


Ama devletin görevi, bir başka etnik dili öğretmek eğitmek değildir. Anayasa’da çok net şekilde düzenleme yapılmıştır ve bu çok net ifadelerle yasaklanmıştır.


İktidarın kuşatmasıyla ele geçirilen
YÖK’te bu konuda adımlar atılacak, ana dil de eğitim verilecek bazı üniversitelerde. Sonra ikinci aşamada onlar seçmeli ders olarak öğretecek.


Bu proje hiç kuşku yok ki Türkiye’yi aşan bir ilgi konusu halindedir. Bu proje çok uzun bir süreden beri bu bölgenin yeniden düzenlenmesi anlayışı çerçevesinde dış güçler tarafından takip edilmektedir ve Türkiye’de etnik tartışmaların kapısı açılmak istenmektedir.


Müdahale
Irak’a yapıldı ama bugün geldiğimiz noktada Irak paramparçadır. Etnik kimlikler ortaya çıkmıştır. böyle bir tabloya girilmiştir, bu bir kan çatışma iç savaş tablosudur. Türkiye’de etnik kimliklerin kurcalanması, devlet eliyle teşvik edilmesi giderek ayrıştırılmasına yönelik eğitim süreçlerine getirilmesi Türkiye’yi tehlikeye sürükleyecektir.


Bazı temel uyarılarımı söylemek istiyorum.


- Bu ucu açık süreç bir an önce söylemelidir. Hükümet ne yapacağını utanmadan korkmadan açıkça çıkıp ilan etmelidir. Bu belirsizlik ülkeyi sıkıntıya sokuyor.


- Hükümet bu süreç içinde Türkiye’deki milli bütünlüğü milli siyasi kimliği zaafa uğratacak, zaman içinde çözünmesini ön gören, milli birliği dağıtmaya yönelik projeleri kesinlikle uygun görmeyeceğini kamuoyuna ifade etmelidir.


Yaşanan telaşın küfürleşmelerin altında yatan tablo budur. Kurnazca ortaya atılacak proje bundan sonra takip edilecek olursa, Türkiye’de huzurun tehlikeye gireceği açıktır.


Türkiye’nin milli siyasi kimliğiyle iktidar kesinlikle oynamamalıdır.


Türkiye’nin elindeki bu proje uzun süreden beri uluslar arası ilgi ve katkı ile şekillendirilmiş bir projedir. Bunun tartışılır bir tarafı yoktur. Çok açık yalın bir gerçektir. Siyasi hayatımızda bir rapor konuşuluyor. Ama onun 2009 tarihli bir raporu da var. Bu rapor Türkiye’nin bu konularıyla yüksek bir uluslararası ilginin ortaya çıktığını görüyoruz.


Atlantik konseyi bir
ABD kuruluşu. İçinde devlet yönetiminde sorumluluğu üstlenmiş çeşitli kişiler çalışıyorlar. En son 13-15 nisan 2009’da Washington’da toplantı yapıldı. Toplantıya katılanlar arasında Norveç’in Washington büyükelçisi de vardı ve Norveç hükümeti bu çalışmaların gerçekleşmesi için fon tahsis etti.


Açık toplum enstitüsü olarak bilinen enstitünün temsilcisi,
ABD ve İngiltere’nin eski Ankara büyükelçileri o toplantıda yer aldılar ve Eylül’de İstanbul’da bir toplantı daha olacak. Bu kişiler Türkiye’ye geldiler. Dışişleri Bakanlığı karşıladı ağırladı. Türkiye’den giden kişiler o konularda ciddi katkılar yaptılar.


Burada PKK üyelerine kademeli af çıkarılması önerildi.
DTP’li tutukluların serbest bırakılması önerildi. Anayasa’daki Türk kelimesinin çıkarılması önerildi ve yargının katı ve hesap vermeyen niteliğine son verilmesi istendi.


Ankara
Öcalan’la görüşmeyi kabul etmeyebilir ama DTP’liler bu meseleyi çözer denildi ve bu çerçevede yeni düzenlemelerin reformların yapılması istendi. Bu açık gerçek, örtülebilir tarafı yok.


Cumhurbaşkanı Gül’ün, “Başımıza başka işler açılır’ dediği herhalde budur.


Başbakan ağır hakaretler küfürler söyleyerek bu gerçek saklanamaz. Başbakan’ın telaşsı zaten bu konunun önemli olduğu ortaya çıkmıştır.


Türkiye bu konuyu başkalarının yönlendirmesiyle ele alırsa bu Türkiye’ye yarar getirmez. Bunun somut örneklerini herkesten çok daha iyi biliyoruz. O konuda üzerimizde düşeni de elbette yapıyoruz. Yapmaya da devam edeceğiz.


Bir defa şu çok iyi görülmelidir. Türkiye her türlük telkini baskıyı göğüsleyerek, bir yandan terörle mücadelesini en ciddi şekilde götürmelidir. Öte yandan da toplum içinde ayrışmaları ileri götürmek için değil, ortadan kaldırmak için, ayrışmaları kaynaşmaya dönüştürmek için üzerine düşenleri yapmalıdır. Bu konuda bizim çok ciddi hazırlıklarımız var. 20 yıl önce ilk kez etnik kimliklere özgürlük diyen parti biziz. İnsanların etnik kimliklerinin farklı olmasının, aynı milletin ferdi olmasına engel olmadığını ortaya koyan biziz. Bizim 89 tarihli o raporumuz ilgi haline geldi. Keşke 89’da o rapor bugünkü ilgiyle karşılansaydı da Türkiye bu noktaya gelmeseydi.


Eğer etnik dilde eğitim yapılacaksa, önerim derhal Milli Eğitim’in başındaki Milli’yi kaldırmalarıdır. Milli eğitim diyeceksiniz, etnik dil öğreteceksiniz.


Herkes üniter devlet diye başlamaktadır. Ama Üniter devlet sözü, milli kimliğin bölünmesi düşüncesini kamufle etmek için kullanılamaz, kullanılmamalıdır. Devlet Üniter ama millet parçalanmış.


Türkiye gerçekten tarihi bir dönüm noktasındadır. İmralı’dan yapılan açıklamalar, yapmakta olduğumuz iş, Atatürk’ün devlet kurmasına eşit değerdedir denmektedir.


Eğer Türkiye’de milleti çözülmek istenirse, bu Türkiye Cumhuriyeti anlayışının artık sonuna gelmiş oluşunu, yeni bir siyasi düzenin başlayacağına işarettir. Bu ayrışmanın sonunda barış demokrasi insan hakları çıkar diye düşünenler yanılmaktadır, bu sürecin sonucunda çatışma çıkar.


Herkese olağanüstü büyük siyasi sorumluluk düşüyor. Bu geldiğimiz noktada özellikle etnik dillerde eğitim yapılmasına yeşil ışık yakarak milleti ayrıştırma politikasına sahip çıkanlar, destek verenler, bu sürece göz yumanlar, bu süreci sorumluluğunu üstlenmeyi içlerine sürdürenler, bilinmelidir ki ister kişiler ister kurumlar olarak tarihi bir ayıbın vebalini üstlenmektedirler.



CHP olarak biz böyle bir ayrışma sürecinin parçası olmayız. Hiçbir şekilde bizi birbirimize karşı bir noktaya çekecek bir gelişmenin sorumluluğunu üstlenmeyiz.


Değerli yazar Yılmaz Özdil çok değerli bir şey söyledi. Bizi terör bölemez, bizi bölerse dil böler dedi. Fevkalade doğru bir gözlemdir. İşin temeli odur. Şimdi birileri bunu çok iyi bilerek Türkiye’de dili ayrıştırmaya yönelik, aslında Türkiye’yi ayrıştırmaya yönelmektedirler.


Geldiğimiz noktada pek çok çevrede diyebilir ki nerden biliyorsun bunlar söz konusu değildir. İnşallah söz konusu değildir. Ama bütün işaretler bize ciddiyetle bunu göstermektedir.


Resmi kurumlarda haritalar konuşuluyor. Şimdi biz gelmişiz dil ayrışması yapalım demeye başlamışız.


Herkes aklını başına alsın. Giderayak şimdi iç dış baskıları karşılayacağı diye kendilerine emanet edilecek Türkiye’yi perişan etmesinler.

Bunlar Da İlginizi Çekebilir
İstanbul L’oréal Türkiye genç bilim kadınlarını ödüllendirmeye devam ediyor Tekno-güzellik şirketi L’Oréal Türkiye’nin UNESCO Türkiye Milli Komisyonu iş birliğiyle yürüttüğü "Bilim Kadınları İçin" programı 23 yıldır devam ediyor. Program, bugüne kadar Türkiye’den 128 bilim kadınını destekledi. Bu yıl Boğaziçi Üniversitesi Biyomedikal Mühendisliği Enstitüsü’nden Doç. Dr. Banu İyisan, Üçlü Negatif Meme Kanseri için tamamen doğal biyomalzemelerle akıllı ve hedefli nanoilaç teknolojileri geliştirmeyi amaçlayan projesiyle ödüllendirildi. Türkiye’nin önde gelen kurumsal sosyal sorumluluk programlarından biri olan "Bilim Kadınları İçin" programında, bu yıl ödül alan bilim kadınları L’Oréal Türkiye’nin ev sahipliğinde gerçekleştirilen tören ile duyuruldu. Bu kapsamda Boğaziçi Üniversitesi Biyomedikal Mühendisliği Enstitüsü öğretim üyesi Doç. Dr. Banu İyisan, tamamen doğal biyomalzemeler kullanarak Üçlü Negatif Meme Kanseri (ÜNMK) tedavisinde hedefli ve akıllı nanoilaç sistemleri geliştirmeyi amaçlayan projesiyle öne çıkıyor. Kadınlarda en sık görülen kanser türü olan meme kanserinin agresif alt türlerinden Üçlü Negatif Meme Kanseri’ne yönelik bu çalışma, mevcut tedavilerin sınırlılıklarını aşmayı hedefleyen önemli bir yaklaşım sunuyor. Eğitim ve araştırma yolculuğu: Almanya’dan Türkiye’ye uzanan bilim kariyeri Programın uluslararası ayağı olan L’Oréal-UNESCO For Women in Science, 140’dan fazla ülkede 4 bin 700’den fazla bilim kadınını desteklemiş ve bu isimlerden 7’si daha sonra Nobel Ödülü’ne layık görülmüştü. Türkiye, bu programın en aktif yürütüldüğü ve en çok destek veren ilk beş ülkeden biri olarak öne çıkıyor. İstanbul Teknik Üniversitesi Kimya Mühendisliği bölümünde lisans ve yüksek lisansını tamamlayan Doç. Dr. Banu İyisan 2012 yılında doktora eğitimi için Almanya’ya taşındı. Leibniz Polimer Enstitüsü’nde biyomedikal nanomalzemeler, kontrollü ilaç salım sistemleri, sentetik biyoloji ve biyosensör uygulamaları üzerine çalıştı; 2016’da Dresden Teknik Üniversitesi’nden doktora derecesini aldı. Doktora sürecinde International Helmholtz Research School for Nanoelectronic Networks (IHRS NANONET) programında nanoteknoloji ve malzeme bilimi üzerine eğitim alan araştırmacı, 2017-2020 yılları arasında Max Planck Polimer Araştırma Enstitüsü’nde yürütülen bir AB projesinde, meme kanseri teşhisi için nanofotonik sistemler geliştirmeye yönelik doktora sonrası çalışmalar yaptı. 2023 yılında Max Planck Partner Grup Lideri seçilerek, MPIP ile uluslararası iş birliğini güçlendirdi. Üçlü negatif meme kanserine yönelik yenilikçi tedavi yaklaşımı Yürüttüğü akıllı hibrit nanoilaç teknolojisi projesiyle, meme kanserinin en agresif alt türlerinden biri olan Üçlü Negatif Meme Kanseri’nin hedefli tedavilere yanıt vermemesi ve mevcut kemoterapi ilaçlarının ciddi yan etkilere yol açması nedeniyle ortaya çıkan ihtiyaca çözüm sunmayı amaçlayan İyisan, proje kapsamında tamamen doğal biyomalzemeler kullanarak Üçlü Negatif Meme Kanseri hücrelerini seçici biçimde hedefleyebilen ve pH gibi çevresel uyarılara duyarlı çalışan akıllı hibrit nanoilaç taşıyıcılarının tasarlanmasını hedefliyor. Bu yaklaşım, tedavi etkinliğinin artırılmasına ve yan etkilerin önemli ölçüde azaltılmasına katkı sağlamayı amaçlarken, sürdürülebilir teknolojilerle geliştirilen sistemin gelecekte farklı agresif kanser türlerinde de uygulanabilir olması hedefleniyor. 2020 yılından bu yana Boğaziçi Üniversitesi Biyomedikal Mühendisliği Enstitüsü’nde görev yapan Doç. Dr. Banu İyisan aldığı fonlarla Biyofonksiyonel Nanomalzeme Tasarım Laboratuvarı’nı kurarak araştırmalarını burada sürdürmeye devam ediyor.
Erzincan Erzincan’da 111 bin tuz çalısı toprakla buluşturuldu Erzincan’da 3 köyde 1000 dekarlık mera alanına dikilen tuz çalısı, erozyonla mücadele ve hayvancılıkta kaba yem ihtiyacına katkı sunacak. Erzincan İl Tarım ve Orman Müdürlüğü tarafından yürütülen proje kapsamında, kent genelinde mera kalitesini artırmak ve hayvancılıkta kaba yem açığını azaltmak amacıyla bir çalışma hayata geçirildi. Bu kapsamda Erzincan’da 3 köyde toplam 1000 dekarlık mera alanına 111 bin adet Atriplex Halimus (Tuz Çalısı) fidanı dikildi. Son yıllarda hem hayvan beslenmesinde hem de erozyonun önlenmesinde etkin şekilde kullanılan tuz çalısı bitkisi, özellikle kurak ve tuzlu topraklara uyum sağlamasıyla dikkat çekiyor. Erzincan Tarım ve Orman İl Müdürlüğü de bu özelliklerinden dolayı tuz çalısını meraların ıslahında yaygınlaştırarak, hayvancılığın sürdürülebilirliğine katkı sağlamayı hedefliyor. Proje kapsamında Mollaköy Mahmutlu Mahallesi’nde 300 dekarlık alana 33 bin 300 adet, Pınarönü köyünde 450 dekarlık alana 49 bin 950 adet ve Aydoğdu köyünde ise 250 dekarlık alana 27 bin 750 adet tuz çalısı fidanı toprakla buluşturuldu. Tarım ve Orman Bakanlığı Bitkisel Üretim Genel Müdürlüğü tarafından finanse edilen projenin toplam maliyeti ise 2 milyon TL olarak açıklandı. Proje sahasında incelemelerde bulunan Erzincan Tarım ve Orman İl Müdürü Alper Koçaker, Erzincan’ın yüzölçümünün yaklaşık üçte birinin meralardan oluştuğunu belirterek, bu alanların verimliliğinin artırılmasının hayvancılık açısından büyük önem taşıdığını ifade etti. Hayvancılık sektörünün ihtiyaç duyduğu kaba yemin önemli bir bölümünün meralardan karşılandığını vurgulayan Koçaker, özellikle küçükbaş hayvancılığın meralara bağımlı olduğuna dikkat çekti. Erzincan’da her yıl ortalama 3 meranın ıslah ve amenajman projelerine dahil edildiğini belirten İl Müdürü Koçaker, tuz çalısı projelerinin de bu çalışmaların önemli bir parçası olduğunu söyledi. Tuz çalısının derin ve kazık kök yapısı sayesinde toprağı tutma kapasitesinin yüksek olduğunu ifade eden Koçaker, bu özelliğiyle erozyonla mücadelede etkili bir bitki olduğunu kaydetti. Koçaker açıklamasında, "Tuz çalısı kuraklığa dayanıklı, iklim değişikliği ve çölleşmeye karşı dirençli, sorunlu ve tuzlu topraklarda bile yetişebilen çok önemli bir bitkidir. Kış mevsiminde yaprağını dökmemesi ve yoncaya eş değer besin değerine sahip olması hayvancılık açısından büyük avantaj sağlamaktadır. Hayvanlar tarafından sevilerek tüketilen tuz çalısı, tuzlu yapısı sayesinde hayvanların tuz ihtiyacını da doğal yoldan karşılamaktadır. Mahmutlu, Pınarönü ve Aydoğdu köylerimizde 111 bin adet tuz çalısı fidanını toprakla buluşturduk" ifadelerini kullandı. Hayata geçirilen proje ile birlikte Erzincan’da meraların verimliliğinin artırılması, erozyonun azaltılması ve hayvancılıkta sürdürülebilir yem kaynaklarının güçlendirilmesi hedefleniyor.