GÜNDEM - 07 Ekim 2015 Çarşamba 13:33

İlker Başbuğ: Gülen cemaatinin hedeflerine ulaşması için en büyük engel TSK idi

A
A
A
İlker Başbuğ: Gülen cemaatinin hedeflerine ulaşması için en büyük engel TSK idi

Genelkurmay eski Başkanı İlker Başbuğ, “Laiklik karşıtı hareketlerin ve Gülen Cemaatinin hedeflerine ulaşması için en büyük engel TSK idi. O zaman TSK halkın gözünde itibarsızlaştırılmalı ve sesi kesilmeliydi, karşıt kadrolar tasfiye edilmeliydi. İşte yaşanılan da budur” dedi.

Ergenekon davası temyiz incelemesi 2’nci duruşmasında sanık Genelkurmay eski Başkanı İlker Başbuğ’un savunmaları alınıyor. Yargıtay’da görülen temyiz davasının 2’nci duruşmasını Genelkurmay eski Başkanı İlker Başbuğ’un kızı ve oğlu da takip ediyor.

PKK terör örgütünün eylemlerinin, Suruç saldırısından hemen sonra beklenmedik bir şekilde başladığına dikkat çeken Başbuğ, “Her günşehitler veriyoruz. Yüreğimiz yanıyor. Şehit haberlerini takip bile edemiyoruz. Güneydoğudaki bazı yerleşim yerlerine ilişkin medyaya yansıyan görüntüler vahim ve endişe verici. Suriye hududunda Türk uçakları ile Rus uçakları burun buruna geliyor. Türkiye bu halde iken, bu gün ben neden Yargıtay’dayım? Bu sürece olağan bir süreç olarak bakabilir miyiz? Rutin bir yargılama süreci içinde olduğumuzu kabul edebilir miyiz? Elbette ki, hayır” dedi.

“BU İDDİANAMELERİ HAZIRLAYAN KENDİ ÜLKEMİZDEKİ BU SAVCILAR, BİR DÜŞMAN ÜLKENİN SAVCISI KADAR BİLE ADİL OLAMADILAR”

Görevlerinden uzaklaştırılan, suç örgütleri ile ilişkili oldukları ileri sürülen, kimi şuanda tutuklu olan, kimi de yurtdışına kaçan savcılar tarafından bu iddianamelerin hazırlandığını belirten Başbuğ, şöyle devam etti:
“Üzülerek söylüyorum; bu iddianameleri hazırlayan kendi ülkemizdeki bu savcılar, bir düşman ülkenin savcısı kadar bile adil olamadılar. Özel Yetkili Mahkemeler ise bu kararlara imza atan mahkemelerdir. Bu mahkemeler AYM’nin ihlal kararlarının üzerine alelacele kapatılan mahkemelerdir. Bu mahkemeler neden kapatıldı? Görevleri bittiği için mi? Yoksa işledikleri hukuk cinayetleri ayyuka çıktığı için mi? Bu mahkemelerin hakimlerine ne oldu? Bazıları görevlerinden uzaklaştırıldı, bazıları suç örgütü içine sokuldu, bazıları da tutuklandı. Bu savcıların ve hakimlerin aldıkları kararların hukuk değeri taşıdığını söyleyebilir miyiz? Bu iddianameler ve kararlar üzerinden hareket ederek, davaların yeniden yargılanmasını veya temyizini yapmak ne kadar adil ve doğru bir durumdur? Türkiye ve 16. Ceza Dairesi olarak sizler bir ilkle karşı karşıyasınız. Böyle bir durum Türkiye’de daha önce yaşanmadı.”

“TSK’YA KARŞI YAPILAN BU KOMPLOLARIN PLANLAYICI VE İCRACILARININ YAKALANIP, ORTAYA ÇIKARILIP, ADİL ŞEKİLDE YARGILANMALARINI İSTİYORUM”

Birinci sorumluluğunun bu süreçte hayatlarını kaybedenlere karşı olduğunu söyleyen Başbuğ, “İkinci sorumluluğum; bu davalar süresince özellikle Beşiktaş Adliyesinde ifade verirken, kendilerini kendi topraklarımızda, yani Türk topraklarında; “yabancı bir ordunun askeri gibi” hisseden, bu acıyı yaşayan, arkadaşlarıma karşıdır. Bu acıyı kimse unutturamaz. 11 Şubat 2011 günü Silivri’de Balyoz Davası duruşması sonunda yaşatılan acıyı da kimse hafızalarımızdan silemez. Üçüncü sorumluluğum; tarihe karşıdır. Belki bugün Türkiye’nin ve Türk Milletinin bu davalar karşısında yorulduğunu söylesek, pek yanlış olmaz. Ama, ileride mutlaka birileri bu dönemin tarihini sebep ve sonuç ilişkilerine dayanarak yazacaklardır. İşte onlara yardımcı olmayı da bir görev olarak kabul ediyorum. Dördüncü sorumluluğum ise; TSK’ya karşı yapılan bu komploların planlayıcı ve icracılarının yakalanıp, ortaya çıkarılıp, adil şekilde yargılanmalarını sağlamaktır. Bu olmadan, bu davalar, bu süreç bitmez” ifadelerini kullandı.

“BUGÜN TÜRKİYE’NİN KARŞI KARŞIYA KALDIĞI BÜYÜK SORUNUN ARKASINDA; TEMELDE İKİ AYRI MİLLET OLMA İDDİASI VE DAVASI YATMAKTADIR”

ABD’nin dünyanın en güçlü ulus devleti olduğunu sözlerine ekleyen Başbuğ, şöyle devam etti: “Aslında ulus devlet yapısı, ABD’ni dünyanın en güçlü devleti yapmıştır. Türkiye’nin ulus devlet yapısına yönelik, Cumhuriyetin ilk günlerinden beri iki tehdit olmuştur. Bunlar; etnik milliyetçilik ve laiklik karşıtı hareketlerdir. Her zamanda, bu iki tehdit dışarıdan destek görmüştür. Kürt etnik milliyetçiliği ne zaman başladı ve ne sonuçlar doğurdu, bunların ilk önce doğru anlaşılması gerekir. Osmanlı İmparatorluğunda; Türkiye, Irak ve Suriye’de yaşayan Kürtler, Osmanlının hükümranlığı altında, Osmanlı topraklarında yaşıyorlardı. Kürt etnik milliyetçiliği, Osmanlı Kürtlerinin 20. Yüzyılın başında, kendi iradeleri dışında, büyük devletlerin uyguladığı Ortadoğu politikası neticesinde, üç devlet arasında, yani Türkiye, Irak ve Suriye’nin bölünmesiyle ortaya çıkmıştır. Bu yapılanma, Türkiye açısından bir iç ve dış güvensizlik ortamı yaratmıştır. Irak ve Suriye’de günümüzde yaşanmakta olan gelişmeler, Kürtleri artık o bölge siyasetinin yarı-devletleşmiş veya kilit aktörü haline getirmiştir. Bu gelişmeleri, kendi milli güvenliği açısından, iç ve dış güvensizlik sorunu olarak gören, Türkiye’nin olası Kürt devleti veya devletlerini engellemeye çalışması doğru anlaşılmalı ve doğru okunmalıdır. Bu konudaki Türkiye’nin endişeleri dikkate alınmalıdır. Olası Kürt devleti veya devletleri ile birleşmeyi bu gelişmelere bir çözüm olarak düşünenler ise, böyle birleşmelerin diğer bölge devletleriyle, Irak ve Suriye gibi devletlerle savaşma riskini doğurabileceğini ve Türkiye’nin siyasi yapısının da, federal yapıya geçmeye zorlayacağını böyle bir sonucun ise Türkiye’yi daha da fazla zayıf kılacağını görmezlikten gelmektedirler. Türkiye, 1984 yılından beri PKK terör örgütü ile mücadele etmektedir. TSK yürütülen bu mücadeleyi şu stratejiye dayandırdı: Terörle mücadele devlete ait bir görevdir. Bu mücadele devlet tarafından topyekun şekilde, milli gücün bütün unsurları kullanılarak, koordineli ve etkin şekilde yürütülmelidir. Başta ABD olmak üzere uluslararası güç özellikle Irak’taki gelişmeleri de dikkate alarak, Türkiye’ye PKK terör örgütünün etkisizleştirilmesi için “siyasi çözüm”ün uygun olacağını ifade ediyorlar.
TSK ise yaşanılan sorunu hiçbir zaman “siyasi sorun” olarak görmedi. Sorun, “terör sorunu” idi. “Siyasi Çözüm”ün önündeki temel engel, elbette TSK idi. Zaten bu önemli noktayı; örgütün lideri şu sözleri ile ortaya koymuş idi: “Ben Türk Ordusunu yenemem, Türk Ordusu çok güçlü. Türk Ordusunu yenemesem de öyle bir yüksek fatura çıkartırım ki, belirli bir konjonktür gelir, masaya oturmaya mecbur bırakırım. Hiçbir demokratik yoldan işbaşına gelmiş iktidar benimle masaya oturamaz. Bunu başta asker engeller.”

O zaman, TSK halkının gözünde itibarsızlaştırılmalı ve sesi kesilmeliydi. Peki “siyasi çözüm” ile istenilenler nedir? PKK, ulus devlete karşıdır. KCK sözleşmesinin önsözünde şöyle yazılmıştır: “Ulus devlet sistemi 20. yüzyılın sonlarına doğru toplumsal gelişmenin, demokrasi ve özgürlüklerin önünde en ciddi engel durumuna gelmiştir. Çıkış yolu; Demokratik Konfederatif Sistem’dir.” Bu nedenle, PKK’nın Türkiye’den istediklerinin başında; yapılacak bir anayasal reform ile “Kürt kimliği” nin anayasal olarak tanınması gelmektedir. Başlangıçta bu istek bazılarına çok doğal olarak gelebilir. Ancak, basit gibi görülen isteğin altında, esasen Türkiye’nin “iki milletli” bir devlete dönüştürülmesi yatmaktadır. Yani, ayrılıkçı Kürtlerin ayrı bir millet olma iddiasıdır, asıl gerçekleştirilmek istenilen. Biliniz ki, ayrı bir millet olma iddiasını, ayrı bir siyasal egemenliğe sahip olma iddiası takip eder. Başımızı kuma gömmeyelim, bugün Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı büyük sorunun arkasında; temelde iki ayrı millet olma iddiası ve davası yatmaktadır.”

“TSK BU GÜNE KADAR HİÇBİR ZAMAN DİN KARŞITI OLMADI”

TSK’nın bugüne kadar hiçbir zaman din karşıtı olmadığına dikkat çeken Başbuğ, “Sadece; Anayasanın 24. maddesinde yer aldığı şekilde, “siyasi veya kişisel çıkar yahut nüfus sağlama amacıyla her ne suretle olursa olsun, dini veya din duygularının yahut dince kutsal sayılan şeylerin istismar edilmesine, kötüye kullanılmasına” karşıdır. 2002 yılında ABD’de iktidara gelen yeni muhafazakar (neo-con’lar) Ortadoğu’nun şekillendirilmesi için “Ilımlı İslam” düşüncesini ortaya koydular. Onlara göre; Ilımlı İslam altında, bir İslam ülkesinde, yasaların tümü dini kurallara dayandırılmayacak, ancak toplumun talebi doğrultusunda bazı yasaların dini esaslara dayandırılması mümkün olabilecektir. Türkiye’de, Ilımlı İslam için bir model ülke olabilirdi. Mart 2004’de Genelkurmay Başkanı olarak resmi bir gezi nedeniyle bulunduğum ABD’de bana “Ilımlı İslam” hakkında ne düşündüğüm soruldu. Verdiğim cevap şöyle idi: “Türkiye’nin model olma gibi bir iddiası yoktur. Ilımlı İslam devleti modeli gibi kavramlar ortaya atılıyor. Hem laik hem Ilımlı İslam devleti bir arada olmaz. Ya biri, ya diğeri olur. Türkiye, laik, demokratik ve sosyal bir hukuk devletidir. Bu özellikleri benimsemek isteyen varsa, sorun yok.” Böylece, belki de bu konuya açık şekilde cevap veren, ilk Türk yetkilisi olmuştum. Neo-con’ların düşüncesine Türkiye’de karşı çıkacak ana güç elbette TSK olacaktı. TSK’nın etkisizleştirilmesi elbette bu açıdan da yararlı sonuçlar doğuracaktı” diye konuştu.

“LAİKLİK KARŞITI HAREKETLERİN VE GÜLEN CEMAATİNİN HEDEFLERİNE ULAŞMASI İÇİN EN BÜYÜK ENGEL TSK İDİ”

Obama yönetimi esnasında, Ilımlı İslam düşüncesinin terk edildiğini kaydeden Başbuğ, ifadesine şu şekilde devam etti:

“Fethullah Gülen’e gelince, özellikle ABD’nde kalmasına yardımcı olan isimlere bakılırsa, O; neo-conlar tarafından Ilımlı İslam konseptinin uygulanmasında kullanılabilecek bir kişi olarak değerlendirilmiş olabilir. Sosyal devlet olgusunun zayıflaması, yeni kimlik ve aidiyet arayışları, ekonomik beklentiler, toplumları ister istemez yeni dayanışma arayışlarına, cemaatleşmeye itmiştir. Ancak, Gülen Cemaatinin bu beklentilerin üstünde hedefleri olduğu çeşitli istihbarat raporlarında yer almaktaydı. Başlangıçta bir noktaya açıklık getirmek isterim. Cemaat deyince, bir camiayı toptan ve baştan suçlu ilan etmek doğru değildir. Sözlerimiz; TSK’ne karşı yapılan komplolarda planlayıcı ve icracı olarak rol alanlara ve yapılanlara destek veren cemaat mensuplarına yöneliktir. Kara Kuvvetleri Komutanlığı dönemimde, bana çeşitli kanallardan iletilen bazı “duyumlar” özellikle Gülen Cemaatinin TSK içinde kadrolaşmaya çalıştığı ve TSK’nin sahip olduğu “milli ordu” niteliğine zarar verecek faaliyetler içinde olduğunu gösteriyordu. Bu kapsamda, TSK personeli
arasındaki mezhep farklılıklarının kullanılmaya çalışılması en rahatsız edici konuların başında gelmekteydi. Görüleceği gibi; laiklik karşıtı hareketlerin ve Gülen Cemaatinin hedeflerine ulaşması için en büyük engel TSK idi. O zaman TSK halkın gözünde itibarsızlaştırılmalı ve sesi kesilmeliydi, karşıt kadrolar tasfiye edilmeliydi. İşte yaşanılanda budur. Sivil-asker ilişkisi, yasalarla çizilen sınırlar içerisinde, karşılıklı samimiyete, güven ve itimada ve askerlik mesleğinin profesyonel niteliğine saygı gösterilmesine dayandırılmalıdır. Genelkurmay Başkanı, Silahlı Kuvvetlerin Komutanıdır. Güvenlik ihtiyaçlarını, muhtemel hareket tarzlarını tespit ederek, ilgili makamlara iletir. Yetkili makamlar tarafından alınan kararları icra eder. Gerekli gördüğü hallerde de, Silahlı Kuvvetlerin görüşlerini de kamuoyu ile paylaşır. Asıl sorun; Silahlı Kuvvetler adına, ordunun görüşlerini gerekli hallerde kamuoyu ile paylaşıp, paylaşamayacağından oluşuyor. Kimilerine göre; bu siyasete müdahaledir, yanlıştır. Başta AB olmak üzere, Türkiye’ye tavsiye edilen reformların başında, “Ordunun sesinin kısılması” da yer almakta idi. Güvenlik konuları içerisinde, yetki ve sorumluluklarınınız içinde kalarak, konuşmalarınızda suç unsuru oluşturacak hususlar olmadıkça, Ordunun adına; gerek duyulan hallerde Genelkurmay Başkanı’nın bir görüş bildirmesinden doğal bir şey olamaz.

Demokrasinin beşiği olan ülkelerde, ABD’de, İngiltere’de bu konuda yaşanan çok sayıda örnek vardır. Siyasi otorite, konuşmadan memnun olmazsa elbette, ilgili kişiyi görevden alabilir. O zaman neden Ordunun adına, Genelkurmay Başkanı’nın konuşmasından çekinilmektedir. Cevap basittir. Halkın orduya duyduğu güvenin çok yüksek olmasından dolayı, gerekli görülen durumlarda, TSK’nin görüşlerini kamuoyu ile paylaşmasından rahatsızlık duyulmaktadır. O halde, ordunun sesi kısılmalıdır. Yapılan budur, büyük ölçüde de başarı sağlanmıştır.”

“2003’DEKİ 1 MART TEZKERESİNİN BEDELİNİ TSK’YA ÖDETMEK İSTEYENLER, TSK’NİN “MİLLİ ORDU” OLUŞUNDAN RAHATSIZ OLANLAR VE PKK TERÖR SORUNUNA “SİYASİ ÇÖZÜM” ARAYANLAR İÇİN ENGEL TSK İDİ”

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin “milli ordu” oluşunun, Türk Ordusunun en güçlü yanını oluşturduğunu, ayrıca Türk ordusunun gücünü silahtan değil, ulusunun güven ve sevgisinden aldığını belirten Başbuğ, “Türk Ordusu, gücünün kaynağını silahtan değil, ulusunun güven ve sevgisinden, halkının yüreğinden alır. Milli orduda, milletimizin bütün bireyleri, etnik, dini ve mezhepsel hiçbir fark gözetilmeksizin çok değerlidir. Ayrıca, milli orduda yükselmeler sadece ve sadece “liyakat” esasına dayandırılır. Diğer konular hiçbir zaman yükselmede etken olamaz. Milli Ordunun bu niteliklerinden, özellikle liyakatın yükselmelerde tek kriter olmasından rahatsız olanlar olmuştur. O halde, ordunun sesi kesilmelidir. ABD, 2003 yılında icra edilecek Irak’ı Kurtarma Harekatı için Türkiye’de bir cephe açılmasını istedi. Ancak, bilindiği gibi bu konuya ilişkin Hükümet tezkeresi TBMM’de yeterli kabul oyu alamadı. Yapılan etkin propagandanın da etkisiyle, tezkerenin geçmemesinin sorumluluğu TSK’nin üzerine yıkıldı. Bu olay belki de bardağı taşıran son damla oldu, TSK cezalandırılmalıydı. Derin devlet konusu, Türk siyasi hayatında, siyasetçiler tarafından sık sık kullanılan bir kavramdır. Eğer, buradan kastedilen “Ergenekon” davasında olduğu gibi bir “gizli” yapı ise; 50 yıl devletteki fiili hizmetim esnasında özellikle de devletin en üst düzeylerinde süren görevlerim sırasında böyle bir yapılanmanın varlığına şahit olmadım. Her ülkenin, anayasa ve yasalarla çizilmiş yasal yapılanmaları mevcuttur. Güvenlik konuları açısından da; görevde bulunduğum sürece; Türkiye’de yürütülen güvenlik politikalarının tespitinde ve uygulanmasında Genelkurmay Başkanlığı, Dışişleri Bakanlığı ve MİT Müsteşarlığının önemli rolü bulunmaktaydı. Bu üç kurumun ortak aklının bir sonucu olarak, Başbakanlığa sunulan güvenlik politikalarına ilişkin tekliflerinde, genel de kabul gördüğü de bir gerçektir. Ancak, bu hiçbir zaman; güvenlik politikalarının tespiti ve uygulamasından sorumlu olan Bakanlar Kurulunun yetki ve sorumluluklarının kısıtlandığı anlamına alınamaz. ABD’de de aynı yapılanma söz konusudur. Pentagon, Dışişleri Bakanlığı ve CIA bu yapılanmanın temel taşlarını oluşturur. Ama, son söz Başkan’a aittir. Türkiye içinde aynı durum geçerlidir. Başbakan’ın siyasi yetkisi ve sorumluluğu tartışılamaz. Eğer, burada bazı yanlışlıklar olmuş ise de, herhalde sorumluluk siyasi otoritede aranmalıdır. Burada esas önemli olan husus, Türkiye’nin güvenliğini ilgilendiren konularda, devletin hafızasını ve gücünü temsil eden, ortak aklın, yani Genelkurmay Başkanlığı, Dışişleri Bakanlığı ve MİT Müsteşarlığı’nın görüşlerinin ne kadar alındığı ve ne kadar da dinlendiği noktasıdır. 2015 yılında, Türkiye’nin güvenlik sorunları açısından bir kaosa, kötü bir sarmalın içine girdiği ortadadır. Acaba, bu güvenlik sarmalına girilmesinde, “ortak aklın” yeterince kullanılmamış olması ve Ordunun sesinin kısılması ana nedenler midir? Neticede, Ulus-Devlet, üniter devlet ve laik devlet yapısından rahatsızlık duyanlar; Ilımlı İslam projesini hayata geçirmek isteyenler; 2003’deki 1 Mart Tezkeresinin bedelini TSK’lerine ödetmek isteyenler, TSK’nin “Milli Ordu” oluşundan rahatsız olanlar ve PKK terör sorununa “siyasi çözüm” arayanlar için engel TSK idi. O halde, TSK halkının gözünde itibarsızlaştırılmalı ve sesi kesilmeliydi, karşıt kadrolar tasfiye edilmeliydi” dedi. 

İLKER TURAK

Bunlar Da İlginizi Çekebilir
İstanbul İş insanları İTO’nun “İş Dünyası Okuyor” etkinliğinde buluştu İş insanları, akademisyenler ve öğrenciler, kitap okuma alışkanlığını teşvik etmek amacıyla İstanbul Ticaret Üniversitesi’nde düzenlenen etkinlikte Yahya Kemal’in ’Aziz İstanbul’ adlı eserini birlikte okudu. İstanbul Ticaret Odası (İTO), 17 Mayıs Dünya Telekomünikasyon ve Bilgi Toplumu Günü kapsamında iş insanları, akademisyenler ve öğrencilerin katıldığı "İş Dünyası Okuyor" adlı özel bir etkinlik programı düzenledi. İstanbul Ticaret Üniversitesi Kültür ve Edebiyat Topluluğu iş birliği ile gerçekleştirilen etkinlik için üniversitenin Sütlüce Yerleşkesi Kütüphanesi’nde ‘kitap okuma saati’ gerçekleştirildi. İTO Meclis Üyeleri, akademisyenler ve öğrenciler, kitap okuma alışkanlığını teşvik etmek amacıyla şair ve yazar Yahya Kemal Beyatlı’nın ’Aziz İstanbul’ adlı eserini birlikte okudu. Etkinlikte bir konuşma yapan İstanbul İl Kültür ve Turizm Müdürü Dr. Coşkun Yılmaz, iş insanlarının okumaya yönelmesinin önemine dikkat çekerek, “İş dünyasının İstanbul’u okumaları da çok önemli. Netice itibariyle hepimiz İstanbul kadar varız, hepimiz İstanbul kadar değerliyiz. Hepimiz İstanbul’u sevdiğimiz ve İstanbul’a hizmet ettiğimiz ölçüde varız” dedi. Coşkun Yılmaz, okuma faaliyetinin stratejisinin çok iyi kurgulandığını belirterek, “İTO, İstanbul Ticaret Üniversitesi ve Aziz İstanbul kitabı. Yahya Kemal şüphesiz Türk şiirinin en güçlü çok nadir isimlerinden biridir. İstanbul Türk medeniyetinin İslam medeniyetinin hem tarih hem yaşayan en önemli merkezidir. Ve bunu en iyi anlatan öncü isim Yahya Kemal’dir. Eğer hem İstanbul medeniyetini hem Osmanlı medeniyetinin hem İslam medeniyetinin ruhunu anlamak istiyorsanız Yahya Kemal’in mısralarından satırlarından yürümeniz gerekir. Dolayısıyla çok iyi bir strateji” diye konuştu. İTO Meclis Başkanı Erhan Erken ise Türkiye’nin bilgi toplumu olmayı ve çağını aşmayı hedefleyen bir ülke olduğunu vurguladı. Erken, “Şehirlerin ve ülkelerin ekonomik açıdan gelişmesi ve imarı kadar, kültürel gelişmişlikleri de önemlidir. Bizler ülkemizin kalkınması için sadece maddi bir seviye artışının yeterli olmadığını, kültürel alanda da yetişmiş bir toplum olmamızın önemli olduğunu vurguluyoruz” dedi. Erhan Erken, etkinlikte vermek istedikleri mesajı şöyle açıkladı: “İş insanları sadece maddi kazançla uğraşmaz. Okumak, öğrenmek ve bu ülkenin kültürel seviyesinin yükselmesine katkıda bulunmak da iş dünyasının çok önem verdiği bir noktadır. Ve böyle de olmalıdır. İşte biz bu önemli gerçeği vurgulamak için bir sosyal sorumluluk projesi olarak bugün buradayız.” “Beşinci üretim faktörü okumaktır, kitaptır” İTO Başkanı Şekib Avdagiç de İş Dünyası Okuyor etkinliğinde kitap okuma alışkanlığı kazandırmanın ötesinde, okuyan insanın daha üretken ve topluma daha faydalı olacağı düşüncesinden hareket ettiklerini söyledi. Avdagiç, “Kitabın hayatın da, ekonominin de yenileyicisi olduğuna inanıyoruz. Kitap okumanın bir alışkanlık değil ihtiyaç olduğunu düşünüyoruz. Bu yüzden okuma alışkanlığımızı hiç yitirmeyip daima diri tutmamız gerekiyor” dedi. Başkan Avdagiç, “Denilir ki, ‘emek olmadan, sermaye olmadan, hammadde-toprak olmadan ve girişimci olmadan’ üretim olmaz, bir ürün elde edilemez. İş dünyasına girince öğrendik ki, üretim faktörü 4 değil, 5’tir. Beşinci üretim faktörü ise okumaktır, kitaptır. Okumak, sürdürülebilir bilgiyi sağlar. Sürdürülebilir bilgi, sürdürülebilir üretimi temin eder. İşte bugün yaptığımız sembolik eylem, bize bunu hatırlatıyor” diye konuştu. Programa katılan Beyoğlu Kaymakamı Can Aksoy ise kültür ve sanat dünyasının Türkiye’deki merkezi Beyoğlu’nda, Beyoğlular adına etkinlikte bulunmaktan mutluluk duyduklarını söyledi. Aksoy, “İlerleyen dönemlerde bu iş birliği ile ilgili çalışmalarımız devam edecek. Katkısı bulunan herkese teşekkür ediyorum” dedi. “Kitaplar okuyanların hayal güçlerini ve tasavvurlarını genişletir” İstanbul Ticaret Üniversitesi Mütevelli Heyeti Başkanı Dr. İsrafil Kuralay da üniversite eğitiminin, öğrencilere eleştirel düşünme ve analitik beceriler kazandırmayı amaçladığını, kitap okumanın da aynı şekilde, anlamayı, analiz etmeyi, başka dünyaların farkına varmayı sağladığını söyledi. Kuralay, “Farklı disiplinlerdeki dersler veya çeşitli türlerdeki kitaplar, okuyanların ve öğrencilerin hayal güçlerini ve tasavvurlarını genişletir. Türkiye’nin en nitelikli akademik kadrolarına ve 98 bin 443 basılı kitap, 734 bin 566 elektronik kitap, 35 bin 892 e-dergi, 53 bin 472 süreli yayın sayısı ile Türkiye’nin en zengin kütüphanelerinden birine sahip olan üniversitemiz, kitap ve üniversitenin kesiştiği en önemli kavşaklardan birini teşkil etmektedir” ifadelerini kullandı. İstanbul Ticaret Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Abdulhamit Avşar da okumanın, insanlığın var oluş amaçlarından biri ve beşeri gelişimin yakıtı olduğunu söyledi. Avşar, şöyle devam etti: “Günümüzde okuma kavramı farklı boyutlar da kazanmaya başlamış, geleneksel okuma tarzına yeni tarzlar eklenmesiyle okuma eyleminin önemi daha da artmıştır. Artık, medya okur-yazarlığı, film okumaları, görsel okumalar, sistem okumaları gibi gelişen teknolojiyle birlikte ortaya çıkan yeni okuma türlerinden bahsedilir olmuştur. Zaten okumanın temel amacı, sadece metin veya görüntü üzerinde göz gezdirme değil, anlamı arama, söylenenin ardındakini tahlil etme, merak edilen konuyla ilgili farklı yaklaşımları öğrenebilme, gelişmeleri takip edip mevcut bilgileri geliştirip güçlendirme değil midir? Ancak bütün bunların içinde en kadim ve hayatımızdan hiç eksilmeyecek olanı yazılı metin okumasıdır kuşkusuz.” İstanbul Ticaret Üniversitesi Kültür ve Edebiyat Topluluğu Başkanı Nursena Güngör de Türk edebiyatının zengin tarihinden aldığı ilhamla bugüne kadar geldiğini ve günümüzde de varlığını sürdürdüğünü söyledi. Güngör, “Yahya Kemal Beyatlı gibi büyük edebiyatçılar da bu mirası korumanın ve gelecek nesillere aktarmanın önemli bir parçasıdır. Onun eserleri, Türk edebiyatının değerli birer hazinesidir ve bizlere hem geçmişimizi hatırlatır hem de geleceğe ilham verir” dedi.
Kayseri Uzmanı uyardı: "Yüksek tansiyon, kalp krizi ve kalp yetmezliğine davetiye çıkarıyor” Kardiyolog Prof. Dr. Ergün Seyfeli, her 3 kişiden 1’inin tansiyon hastası olduğunu ancak bu hastaların yarısının hasta olduklarından haberlerinin olmadığını belirterek, sofralarda kesinlikle tuz bulundurmamak ve 40 yaşından sonra yılda bir kez tansiyon kontrolü yapılması gerektiğini söyledi. Acıbadem Kayseri Hastanesi Kardiyoloji Uzmanı Prof. Dr. Ergün Seyfeli, kanın damar duvarı çevresinde yaptığı basınca tansiyon denildiğini ve 120’ye 80 değerlerinin normal kabul edildiğini belirterek, “Bu basınç 140-90 milimetrenin üzerine çıktığında ’hipertansiyon’ tanısı koyuyoruz. Hipertansiyon en sık karşılaştığımız kardiyovasküler risk faktörü olarak karşımıza çıkmakta. 18 yaş üstü yaklaşık her 3 kişiden 1’inin tansiyon hastası olduğu kabul edilmektedir. Tansiyon maalesef teşhisi kolay olmasına rağmen atlanan, gözden kaçan bir hastalık olarak karşımıza çıkmakta. Özellikle tansiyonu olan hastanın yaklaşık yarısının haberinin olmadığını görmekteyiz. Dolayısıyla özellikle kolay ve hızlı teşhis konmasına rağmen bu hastalık gözden kaçabiliyor" dedi. “Tansiyon ölçümünden önce çay, kahve içilmemeli” Tansiyon ölçümünün doğru şekilde yapılmasının önemine değinen Prof. Dr. Seyfeli, "Tansiyonun ölçümü son derece kolay ve ucuz bir yöntem. Fakat dikkat edilmediğinde yanlış sonuçlara neden olabilmekte. Özellikle tansiyonu ölçülecek kişinin 30 dakika öncesinde kahve, çay, kafeinli gıdalar ve yemek yememiş olması gerekiyor. Yine tansiyon ölçülecek hastanın en az 5 dakika oturur vaziyette dinlenmesi, sırtını bir yere dayaması ve kolunu kalp hizasında tutması gerekiyor. Yine sık yapılan hatalardan biri de elbiseler çıkarılmadan ölçülmekte, bu da yanlış sonuçlara sebebiyet verebilir. Bir diğer hata yapılan nokta ise hasta ile konuşmak, hastanın ayak ayak üstüne atması da tansiyonun yanlış sonuçlar vermesine neden olabilir. Özellikle bunlara dikkat etmek gerekiyor. Doğru bir sonuç alabilmek için hastanın kolundaki sıkı elbiselerin çıkarılması gerekiyor” şeklinde konuştu. "Tansiyonun kendine özgü şikâyeti yok" Yüksek tansiyonun kendine özgü bir şikâyetinin olmadığını, bu yüzden da vatandaşların hastalığın farkına varamadığını vurgulayan Prof. Dr. Seyfeli, yine de hipertansiyonu olan hastaların genelde baş ağrısı, baş dönmesi, çarpıntı, nefes darlığı, çabuk yorulma ve halsizlik gibi şikayetleri olduğunu dile getirdi. Hipertansiyonu olan hastaların yüzde 30’unda baş ağrısı görüldüğünü, bu ağrının da enseden başlayarak ön tarafa doğru yayılan zonklayıcı bir tarzda olduğunu belirten Prof. Dr. Seyfeli, “Özellikle daha önce tansiyon hastası olmayan hastalardaki ani yükselmeler ve stres kökenli tansiyon yükselmelerinde baş ağrısı daha sık görülmektedir. Baş ağrısı önemli bir bulgu olmasına rağmen hastaların yüzde 70’inde baş ağrısı olmayabilir. Bu durum hastaları yanıltmamalı. Baş ağrısı olmasa da düzenli tansiyon ölçümü yaptırılmasında fayda var. Burada en önemli nokta genelde 18 yaşını geçtikten sonra 2 yılda bir, 40 yaşından sonra da yılda bir kez tansiyon kontrolü yaptırmak gerekebilir. Eğer ailede tansiyon hastası varsa onlar da 18-40 yaş arasında yılda bir kez tansiyon ölçtürmeli" ifadelerini kullandı. "Hipertansiyon kalp rahatsızlıkları dışında felç, böbrek yetmezliği ve körlüğe neden olabilir" Yüksek tansiyonun en çok kalp ve damar sistemine zarar verebileceğini aktaran Prof. Dr. Seyfeli, "Karşımıza kalp krizleri, kalp yetmezliği, aort damarında ’anevrizma’ dediğimiz balonlaşmalar çıkabilir. Bir diğer olumsuz etkilenen organ ise beyin. Tansiyon hastalarının önemli bir kısmı felçle karşımıza gelebiliyor. Bir diğer önemli organ böbrek. Böbrek yetmezliği diyalize kadar giden süreçle karşımıza gelebilir. Yine körlüğe kadar giden bir dizi komplikasyonlarla göz sorunları karşımıza çıkabilir" diye konuştu. “Tuz tüketimini düşürün” Yüksek tansiyondan korunma yollarını da sıralayan Prof. Dr. Seyfeli şunları söyledi: “Hipertansif hastaları tuza çok hassaslar. Oysa ülkemizde tuz tüketimi oldukça yüksek. Bizim tavsiye ettiğimiz günde 6 gramlık tuz tüketiminin neredeyse üç katı kadar tuz tüketiyorlar. Bu gerçekten oldukça yüksek. Bizim sofrada ekstradan ilave bir tuza ihtiyacımız yok. Aldığımız gıdalarla ihtiyacımız olan tuzu yeterince karşılıyoruz. O yüzden tuzu sofralarımızda bulundurmamamız gerekiyor. Yine fast food, salam, sosis gibi raf ömrü uzatılmış gıdalardan uzak durulması gerekiyor." “Kilo vermek ilaç kullanmak kadar etkili” Tansiyon tedavisinin zor olmadığına da değinen Prof. Dr. Seyfeli, ilaçtan önce mutlaka yaşam stili ve beslenmeyi ilk sıraya almak gerektiğinin altını çizdi. Örneğin kilolu bir hastanın kilosunun yüzde 10’unu verdiğinde ya da sofrada tuzu kısıtladığında, egzersiz yaptığında tansiyonunu bir ilaç almış kadar düşüreceğini anlatan Prof. Dr. Seyfeli, “Bunun dışında günümüzde kullanılan ilaçlarda kan basıncını dengeleyecek kadar güçlü ilaçlarımız var. Asıl problem beslenme ve diyete dikkat etmiyoruz ve ilaç kullanımını pek sevmiyoruz. Bunlara dikkat edersek tansiyonla mücadeleyi çok daha başarılı seviyeye getirmiş oluruz” diye konuştu.
Niğde Niğde Belediyesi Ücretsiz ’Üniversiteye Hazırlık Kursu’ açıyor Eğitimde fırsat eşitliğini ön planda tutan Niğde Belediyesi; üniversiteye hazırlanan gençler için ücretsiz ’Üniversiteye Hazırlık Kursları’ düzenleyecek. Niğde Belediyesi’nin Milli Eğitim Müdürlüğü ile birlikte düzenleyeceği kurslara yönelik kayıtlar, 100. Yıl Millet Kütüphanesi’nde alınmaya başladı. Halk Eğitim Merkezi Müdürlüğü’nce düzenlenecek olan Üniversiteye Hazırlık Kursları, hafta için her gün 09.00-18.00 saatleri arasında verilecek. Halk Eğitim Merkezi Müdürlüğü bünyesindeki eğitimciler tarafından verilecek hazırlık kurslarında; Türkçe, Matematik, Fen Bilimleri, Fizik, Sosyal Bilimler, Coğrafya ve Biyoloji gibi temel derslerin yanı sıra sınava hazırlıkta eksik konuların tamamlanmasına yönelik ders programları da yer alacak. Niğde Belediye Başkanı Emrah Özdemir; düzenleyecekleri kurslarla ilgili yaptığı açıklamada, Niğde Belediyesi olarak eğitime ve öğrencilere verdikleri destekleri her yıl artırdıkları gibi eğitime değer katan projeleri de hayata geçirmeye devam ettiklerini anlattı. Son 4 yıl içerisinde 4 kütüphane açarak, tüm öğrencilerin yeni nesil kütüphanelerde ders çalışmalarına imkan sağladıklarını belirten Niğde Belediye Başkanı Emrah Özdemir; "Her yıl okullarda ihtiyaç sahibi öğrencilerimize kırtasiye yardımı yapıyoruz. Kütüphanelerimizde imkanı olan ve olmayan tüm gençlerimizin, nezih ortamlarda ders çalışmalarını sağlıyoruz. Şimdi de dershanelere gitme imkanı olmayan öğrencilerimiz için üniversiteye hazırlık kursları açıyoruz” dedi. Üniversite hazırlık kursu kayıtlarının başladığına dikkati çeken Niğde Belediye Başkanı Emrah Özdemir, kayıtlar tamamlandıktan sonra üniversite sınavlarının yapılacağı tarihe kadar kursların devam edeceğini de sözlerine ekledi.
İstanbul Beyoğlu’nda engelli gençler vatani görevini yerine getirdiler Beyoğlu’nda askerlik çağına gelmiş engelli bireyler, düzenlenen Temsili Askerlik Töreni ile vatani görevini yerine getirdiler. Bir gün boyunca Hasdal Kışlası’nda misafir edilen gençler aileleri ve komutanları huzurunda yemin ederek terhis belgelerini aldılar. Engelliler Haftası etkinlikleri kapsamında, Beyoğlu’nda askerlik çağına gelmiş engelli bireyler için Temsili Askerlik Töreni düzenlendi.16 Mayıs Perşembe günü Hasdal Askeri Kışlasında gerçekleştirilen törene engelli bireyler ve aileleri katıldı. Temsili askerlik yapmak üzere başvuran engelli gençler aileleri ile birlikte sabah saatlerinde Beyoğlu Belediyesi tarafından servis araçlarıyla evlerinden alınarak Beyoğlu Gençlik Merkezi’ne getirildi. Burada hep birlikte kahvaltı yapan engelli gençler ve aileleri daha sonra Hasdal Kışlası’na götürülerek bir gün boyunca misafir edildi. Alay sancağının önünde yemin ederek terhis belgelerini aldılar Hasdal Kışlası’nda üniformalarını giyen engelli gençler eğitim teçhizatı ile donatılarak, gün boyunca birliğin eğitim ve öğretim faaliyetlerine katıldı. Ardından Türk Silahlı Kuvvetleri ile katıldıkları birlik hakkında bilgi verilerek birlik tesisleri gezdirildi. Kışla gezisinin ardından diğer erbaş ve erlerle birlikte yemek yiyen engelli bireyler daha sonra yemin törenine katıldılar. Yemin metninin Hasan Hüseyin Cırık tarafından okunmasıyla birlikte tüm askerler tarafından büyük bir coşkuyla and içildi. Aileleri ve komutanları huzurunda Alay Sancağının önünde askerlik yeminini tamamlayan geçler terhis belgelerini aldılar. Temsili askerlik uygulaması askerlik kanunu kapsamında yapılıyor 7179 Sayılı Askerlik Kanunu kapsamında silahaltına alınmaları mümkün olmayan engelli vatandaşlarımızın, bu hak ve ödevlerini sembolik olarak yerine getirebilmesi ve kısa sürelerle de olsa kışla ortamı yaşayarak bu hazzı tatmasına imkân sağlamak maksadıyla, Türk Silahlı Kuvvetleri’nce, temsili askerlik uygulaması icra ediliyor.